19 Kasım 2011 Cumartesi

BAZEN ESNERKEN YAPILAN KONUŞMALARI ÇOK AZ VEYA HİÇ DUYAMAMAMIZIN SEBEBİ NE OLABİLİR?

Muhakkak dikkatinizi çekmiştir; konuşurken esnediğinizde birden sesinizin volümü düşer ve karşınızdaki sizi anlamakta güçlük çeker. Peki, bunun nedeni üzerinde hiç düşündünüz mü?

Gırtlağımız (larinks), yani sesin üretildiği yer, iki ana kıkırdaktan oluşur: Soluk borusunun (trake) tam üst kısmında bulunan yüzük şekilli krikoid ve Âdem elması diye de bilinen tiroid. Gırtlak, dilin dip kısmının bağlı olduğu U harfi şeklinde ve hyoid adı verilen bir kemiğe asılı bulunur. Krikoid'in üst kenarında aritenoid adı verilen iki küçük kıkırdak daha bulunur. Bu yapılara sesle ilgili bağlar (vokal ligamentler) ve gırtlağın içinde bulunan kaslar tutunur. Bu kaslar nefes alma ve ses çıkarma sırasında vokal kıvrımları açıp kaparlar ve sesin dinamiğini ve perdesini ayarlamaya yardımcı olurlar.

Vokalis (tiroaritenoid kas) adı verilen bir kas ise her vokal kıvrımın gövdesini oluşturur. Bu kas kasıldığında vokal kıvrımlar kısalır ve kalınlaşırlar bu da sesin kalın çıkmasına (sesin perdesinin alçalmasına) sebep olur. Buna ek olarak vokalisin kasılması küçük dili daha uzun süre kapalı tutar ve sesin yüksekliğini artırır. Krikotiroid adı verilen kas kasıldığında ise tiroid kıkırdak öne doğru yavaşça sallanır. Bu durum da vokal kıvrımların uzaması ve incelmesiyle sonuçlanır ve sesin ince çıkmasına neden olur (sesin perdesini artırır).

Biz konuşurken ya da herhangi bir şekilde ses çıkarırken gerçekleşenler ana hatlarıyla bunlardır. Esnediğimizde ise gırtlağımızda bulunan sözünü ettiğimiz kaslar ve daha başka kaslar gerginleşir ve bu gerginlik bizim onları istediğimiz şekilde kontrol etmemizi engeller. Dolayısıyla esnerken konuşmak zorlaşır ya da garip sesler çıkarmamızla sonuçlanır.Şarkıcılar ya da opera sanatçıları gibi ses sağlığına dikkat etmesi gereken kişilerin esneme sırasında konuşmaya çalışmamaları ve çok güçlü esnemekten kaçınmaları bazı ses uzmanları tarafından önerilmektedir. Bunun nedeni, kasların esneme sırasında içinde bulundukları gerilimin zararlı olduğunun düşünülmesidir.

BİLGİSAYARLARI HEP AÇIK BIRAKMAK MI İYİDİR, KAPATIP AÇMAK MI?

Sadece bilgisayarları değil, bütün elektronik eşyaları işimiz bittiğinde mutlaka kapatırız. Nedenini hiç bilmediğimiz halde muhakkak kapatılması gerektiğini düşünürüz. Peki, bilgisayarları açık bırakmak mı iyidir, kapatıp açmak mı? Açıkçası bu konuda görüş birliği henüz sağlanmış değildir. Kullanılmadığı zaman bilgisayarlarını kapatmayı seçenler, böylelikle elektrik tasarrufu sağladıklarını, olası çeşitli arızaların (elektrik kaçağı, yıldırım düşmesi vb.) önüne geçtiklerini savunuyor. Ayrıca, güç ve CPU soğutucularının, sürekli açık bırakılan bilgisayarlarda bir süre sonra sorun çıkardığı, bozulduğu düşüncesindeler. Karşı tarafta ise, bilgisayarın zaten sürekli açık bırakılabilecek şekilde tasarlandığını savunanlar var. Bunların en temel iddiaları da, bilgisayarların sistem kartının lehim noktalarıyla kaplı olduğu ve bilgisayarın açılıp kapanmasıyla bunların bir ısınıp bir soğuyarak kolay kırılır bir hale geldiğidir. Bu kişiler bilgisayarlarını sürekli açık bırakarak aletlerinde sabit bir ısı sağladıklarını, kapatıldığı takdirde bilgisayarın her yeni açılışında ısındığı ve içindeki metal parçaların genişlediğini ve parça ömürlerinin kısaldığını savunuyor.Galiba bu konuda her kişi içinde bulunduğu koşulları göz önünde tutarak, kendi kararını vermeli. Çünkü görüldüğü üzere bu sorunun kesin bir yanıtı yok!

24 AYAR ALTIN NE DEMEKTİR?

Hepimiz en az bir kere de olsa kuyumculara uğramışızdır. Ya da ekonomi haberlerinde muhakkak karşımıza çıkmıştır.Altının 24 ayar olanından bahsederler. Diğer ayarlara göre daha da pahalıdır üstelik. Peki,fiyatlarda bile değişime neden olan bu 24 ayar ne demektir, biliyor musunuz? Altının kimyadaki saflığı "yüzde" ile mücevhercilikteki saflığı ise "karat" veya "ayar" terimleriyle ifade edilir. Buna göre 24 ayar altın %100 saf altını, 22 ayar ise %91,6 saf altını ifade etmektedir. 22 ayar altının %8,4'ü diğer metallerle tamamlanmıştır. Altına gümüşün ilavesi yeşilimsi, nikel ve platinin ilavesi beyaz, çinkonun ilavesi sarı ve bakır ilavesi de bakır miktarına göre sandan kırmızıya kadar değişen renkler kazandırır.

BİR DENİZYILDIZI KESİLEN KOLUNDAN TÜM VÜCUDUNU YENİLEYEBİLİR Mİ?

Evet gelişebilir. Denizyıldızı adını verdiğimiz omurgasız canlılar, tek bir koldan bile bütün bir vücut geliştirebilme yeteneğine sahiptir. Bu olaya "rejenerasyon" adı verilir ve omurgasız canlıların çoğunda var olan bir yetenektir. Bazı omurgalı gruplarında da, vücudun tamamını değil, ama belirli bir bölümünü yenileme özelliği görülür (örneğin kertenkelelerde kuyruk bırakılıp rejenere edilebilir). Yenilenme olarak da bilinen rejenerasyon, aslında iki tiptir. İlk şekli olan fizyolojik yenilenme, normal yaşam süreci boyunca canlıların vücudunda meydana gelen sürekli veya periyodik yenilenme olaylarını içerir. Deri ve kan hücrelerinin sürekli olarak yenilenmesi, memelilerde kılların ve kuşlarda tüylerin dökülerek yenilenmesi, ayrıca geyiklerde boynuzların atılması ve yenilenmesi, fizyolojik yenilenmeye örnektir. Diğer tip olan onarımsal yenilenme ise, denizyıldızında görüldüğü gibi, vücudun eksik kısımlarının tamamlanmasını kapsar. Bir kural olarak, gelişmiş canlılarda rejenerasyon yeteneği gittikçe azalır. Örneğin memelilerde çoğunlukla sadece yaralar iyileştirilebilirken, omurgasız canlılarda vücudun büyük bir bölümü yeniden oluşturulabilir. Denizyıldızında, kesilen bölümde orta disk adı verilen vücut bölgesinden de bir parça bulunması koşuluyla, sadece bir koldan tüm vücut yenilenebilir. Ancak sadece kolun uç kısmı kesilirse, bu uçtan yeni bir kol gelişmeyecektir. Bunun yerine vücudun geri kalanı, kesilmiş olan ucu rejenere edecektir. Yani, orta diski içeren vücut parçası, kendini bütün bir canlı vücuduna tamamlayacaktır. Benzer şekilde, bir toprak solucanını da ortadan ikiye böldüğümüzde, başı taşıyan parça vücudun eksik kısmını yenileyecektir.

KİBRİTİ KİM BULMUŞTUR?

1680'de Robert Böyle, kükürtlü kibrit aracılığıyla ateşi elde etmeyi becerdi. Keşfedilmesinin üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen ateş pratik halde elde edilemiyordu. Önceleri bir çelik, bir metal parçasına sürtülüyor ve ateş elde ediliyordu. Boyle'nin kibriti, zımpara kâğıdına sürtülmek suretiyle ateş alıyordu. Ardından fosforlu kibritler de üretilmeye başlandı.

26 Ekim 2011 Çarşamba

VİDEO GÖSTEREN VE RESİM ÇEKEN TELEFONLARIN DİĞER TELEFONLARDAN FARKLARI NEDİR?

Bu telefonların LCD göstergelerinin çözünürlüğü diğer telefonlara göre çok daha yüksektir. Dijital fotoğraf ve videolarda çözünürlük çok önemlidir. Örneğin, dijital fotoğraf makinelerinin piksel dediğimiz nokta sayısı ne kadar fazla ise o kadar kaliteli olduğunu biliriz. Dolayısıyla, standart bir telefona resimli mesaj (MMS) gönderseniz bile, telefonun göstergesinin uygun çözünürlükte olmaması nedeniyle mesajı göremezsiniz. Elbette, bahsi geçen telefonların yazılımları, donanımları da farklıdır. Ama en büyük fark telefonun göstergesinin daha kaliteli olmasıdır.

UZAYDA DA YÖNLER VAR MIDIR?

Yönler hayatımızda büyük yer kaplarlar. Mimari tarzlardan, saat hesaplamalarına kadar pek çok konuda belirleyici etken olurlar. Bir adres tarif ederken bile yönlerden yararlanmamız gerekir. Hatta rüzgârlara isimler verilirken de estikleri yönler temel alınmıştır. Peki, dünyamız için bu kadar önemli olan yönler uzayda da var mıdır?

Dünyada yönümüzü yeryüzüne göre tanımlıyoruz. Kuzey, güney, batı ya da doğu derken, dünyanın kutuplarını ya da Güneş'in doğup battığı yönleri kaynak olarak alıyoruz. Uzayda da yönleri tanımlayabiliriz. Dünyada olduğu gibi, uzayda da yön kavramı görelidir. Eğer dünyadan uzaktaysanız, başka bir gökcismine ya da tüm bir gökadaya göre yönleri belirleyebiliriz. Seçilen kaynağa göre aşağı, yukarı, sağ ya da sol kavramlarını kullanabiliriz. Zaten bu kavramlar, dünyada bile kişiye göre değişir. Farklı yönlere bakıyorsanız arkadaşınızın sağı ya da solu sizinkilerden tümüyle farklı olabilir.

İNSANIN İÇ SICAKLIĞI 37 DERECEYSE DIŞ YÜZEYİNİN SICAKLIĞI KAÇ DERECEDİR?

Hasta olduğumuz zamanlarda hepimizin ateşi yükselir. Bu ateş yükselmesiyle birlikte üşümeye, titremeye başlarız. Vücut ısısındaki değişim, tüm vücudu etkiler ve vücutta tepkilere neden olur. İç sıcaklığımızın 37 derece olduğunu biliyoruz. Peki derinin dış yüzeyindeki sıcaklık kaç derecedir?
Vücudun iç ısısı, çeşitli mekanizmalar sayesinde kontrollü bir şekilde belirli bir seviyede tutulur. Bazı iç veya dış sebeplerden dolayı normal seviyenin altına indiğinde veya üstüne çıktığında da, hastalık gibi aykırı bir durum söz konusu demektir.

Ancak vücudun dış ısısı hemen hiçbir zaman sabit değildir. Zaten bu nedenle hastaların ateşine üst deriden bakılmaz. Derinin dış yüzeyinin sıcaklığı ortamın hava sıcaklığına, ortamdaki nem miktarına, üzerimizde bulunan giysilere, derinin üzerindeki tüy veya saç yoğunluğuna, derinin kendi nemlilik oranına, derinin temizlik derecesine ve daha birçok etkene bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

İNSANIN İÇ SICAKLIĞI 37 DERECEYSE, DIŞ YÜZEYİNİN SICAKLIĞI KAÇ DERECEDİR?

Hasta olduğumuz zamanlarda hepimizin ateşi yükselir. Bu ateş yükselmesiyle birlikte üşümeye, titremeye başlarız. Vücut ısısındaki değişim, tüm vücudu etkiler ve vücutta tepkilere neden olur. İç sıcaklığımızın 37 derece olduğunu biliyoruz. Peki derinin dış yüzeyindeki sıcaklık kaç derecedir?
Vücudun iç ısısı, çeşitli mekanizmalar sayesinde kontrollü bir şekilde belirli bir seviyede tutulur. Bazı iç veya dış sebeplerden dolayı normal seviyenin altına indiğinde veya üstüne çıktığında da, hastalık gibi aykırı bir durum söz konusu demektir.

Ancak vücudun dış ısısı hemen hiçbir zaman sabit değildir. Zaten bu nedenle hastaların ateşine üst deriden bakılmaz. Derinin dış yüzeyinin sıcaklığı ortamın hava sıcaklığına, ortamdaki nem miktarına, üzerimizde bulunan giysilere, derinin üzerindeki tüy veya saç yoğunluğuna, derinin kendi nemlilik oranına, derinin temizlik derecesine ve daha birçok etkene bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

KULUÇKAYA YATMIŞ OLAN BİR TAVUĞUN BELİRLİ ARALIKLARLA YUMURTALARINI

Kuşlarda kuluçkaya yatma, vücut ısısı yardımıyla yumurta içindeki embriyo gelişiminin tamamlanmasına yardımcı olur. Karnın alt kısmında, kuluçka bölgesi adı verilen ve kuluçka zamanında tüyleri dökülen bölgedeki kılcal damarlardan yumurtaya geçirilen ısı, embriyonun gelişim sürecini tamamlamasında önemli rol oynar.

Çoğu kuş türünde, kuluçka esnasında yumurtaların çevrilmesi davranışı görülür. Bunu, vücuttan yumurtaya geçen ısının ve yumurta içeriğindeki besin maddesinin (yolk), yumurta içerisinde homojen bir şekilde dağılmasını sağlamak amacıyla yaparlar.

Ayrıca embriyonun gelişim sürecinde, doku farklılaşması için gerekli olan hücre göçlerinde yerçekiminin etkisi vardır. Yumurtanın çevrilmesi sayesinde, yerçekimi etkisi de düzgün bir şekilde dağıtılarak, hücre göçünün seyrine de yardımcı olunur.

ALYANS NEDEN BAŞKA PARMAKLARA TAKILMAZ?

Evlilik yüzüğünün takıldığı parmağa yüzük parmağı denir. Bu en eski geleneklerden biridir. Peki, tarihi bu kadar eski olan alyans takma geleneğinin Mısır'dan çıktığını biliyor musunuz? Ve neden o parmağa takıldığını?

Evlilik yüzüğünü ilk defa eski Mısır Kraliçesi Nefertiti takmıştır. O yıllardaki tıbbın ne kadar ilerde olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama yüzyıllar sonra anlaşılmıştır ki direkt kalbe giden tek damar evlilik yüzüğünüzü taktığımız parmaktadır. Başka hiçbir parmağımızdan direk kalbe giden bir damar yoktur. Nefertiti yapmış olduğu bu hareketle eşine kalbine giden yolun onun tarafından bağlandığını göstermek istemiştir. Ve bu gelenek hiç bozulmadan günümüze kadar ulaşmıştır.


HAYVANLARIN NİÇİN KUYRUĞU VAR?

Hemen hemen her hayvanın kuyruğunun olması dikkatinizi çekmiştir. En basitinden sokak hayvanlarının kuyruklarını sallaya sallaya dolaştıklarını görürüz. Örneğin köpekler sevindiklerinde kuyruklarını sallarlar ya da kedilerin ilgilerini bir şey çektiğinde kuyruklarını havaya dikip dikkat kesilirler. Peki, hiç merak ettiniz mi hayvanların niçin kuyruğu vardır?
Hayvanların kuyruklarının olmasının işlevsel bir nedeni bulunur. Mesela, kanguru ve ağaçkakan, kuyruklarını bir destek olarak kullanır, dinlenirlerken üzerine bir sandalye gibi otururlar. Kanguru, bir sıçrayışta 4-5 metrelik bir mesafeyi kat edebilir. Sıçrarken ve yere düşerken, kuyruk sayesinde dengesini sağlar.

Maymunlar, kuyruklarını daha garip işlerde kullanır. Kuyrukları o kadar sağlam ve elastik yaratılmış ki, onu bir dala dolar, kendilerini boşluğa bırakıverirler. Boş kalan dört bacağını da birer kol gibi yemekle meşgul ederler. Bazen bu halleriyle, kendilerini hızlı hızlı sallayıp, öyle ayarlı bırakırlar ki, ilerdeki bir ağaca uçup, rahatlıkla tutunurlar!
Denizdeki hayvanların kuyruklarında daha başka kullanış yerleri görüyoruz. Onların kuyrukları, suda hareketlerini sağlamak, sağa sola dönmelerini temin etmek için yaratılmıştır. Mesela timsah, kuyruğunu sallayarak su içinde kayar gider. Balıkların çoğu, kuyrukları sayesinde çeşitli istikamete dönerler.

Tilkiler de, kuyruklarını bir battaniye gibi kullanır! Tırnakları üzerine burunlarını sokup uyurlarken, gecenin soğuğundan korunmak için, tüylü kuyruklarını üzerlerine örterler. Sineklerin yazın bizi rahatsız ettiklerini bilirsiniz. İnekler, mandalar da kuyruklarını, kendilerini rahatsız eden sinekleri kovalamak için yelpaze gibi kullanır.
Kertenkelelerin kuyrukları o kadar nazik ki, kuyruklarından yakalandıkları zaman, onu bırakır kaçarlar! Bir müddet sonra da yerine, yeni bir kuyruk çıkar.

GÜNEŞ MİLYARLARCA YILDIR YANIYOR ENERJİSİNİ NEREDEN ALIYOR?

Güneş yaklaşık 4,5 milyar yıldır her sabah doğup her akşam batıyor. Hiçbir gün bozulmadı, arıza yapmadı ve düzenli olarak görevini yerine getirdi ve hâlâ getirmeye devam ediyor. Peki, hiç merak ettiniz mi, güneş enerjisini nereden alıyor?

Güneş, çekirdeğinde meydana gelen termonükleer tepkimeler sayesinde parlar. Bilindiği üzere güneş büyük,oranda hidrojenden oluşur. Çekirdekteki hidrojen atomları, basınç ve sıcaklığın etkisiyle tepkimeye girer. Dört hidrojen atomu çekirdeği birleştiğinde, bir helyum atomu çekirdeği ve bir miktar enerji ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu enerji, Güneş'in yaydığı ısı enerjisidir.

ÖRÜMCEKLER SUYUN İÇİNDE AĞ ÖREBİLİRLER Mİ?

Bazı örümcek türleri bunu başarabilir. Su örümcekleri hayatlarını su altında geçirirler ve nadiren kuru toprakla temas ederler. Bu örümceklerin çoğu göllerde ve nehirlerde yaşarlar. Ağlarını da su altında yetişen bitkilerin çevresinden geçirerek örerler. Bu ağ bir çantacık şeklini alır. Su örümcekleri belirli aralıklarla su yüzünden hava kabarcıkları toplarlar ve topladıkları bu kabarcıkları su altındaki ağlarına taşıyarak hepsini birleştirirler. Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklüğe ulaşır ve suyun altında konforlu bir odacık halini alır.

BİTKİLERİN BULUNDUĞU ODALARDA UYUMAK ZARARLI MIDIR?

Saksı bitkileri genellikle bulundukları odanın hava kalitesini yükseltirler. Yine de bitkilerin geceleri fotosentez yapmayı bırakıp havanın oksijenini kullandıkları için zararlı oldukları düşünülür.
Bitkilerin geceleyin oksijen tükettikleri doğru olsa da tüketilen oksijen miktarı oldukça düşüktür. Ancak bitkilerin saksıları içindeki nemli toprakta üreyen küfler ve yapraklar üzerinde biriken tozlar astım hastaları için zararlı olabilir. Bu yüzden astım hastalarının yaşamlarının üçte birini geçirdikleri yatak odalarına bitki koymamaları yerinde olur.

EVRENİN YAŞI KAÇTIR?

Yaş konusu kafamızı en fazla karıştıran konulardan birisidir. Karşılaştığımız her insanın yaşını merak ederiz. Hele yaşına göre genç insanlarla karşılaştığımızda da şaşırır, belki de biraz kıskanırız. 80, 90 yaşında olduğunu öğrendiğimiz insanlara ise büyük bir hayranlıkla bakar, ayaklı tarih olduklarını düşünürüz. Yaşını en fazla merak ettiklerimizden biri de çevremizi kaplayan evrendir. Acaba evrenin yaşı kaçtır?

VVilkinson Mikrodaiga Anizotropi Uydusu bundan yaklaşık beş yıl önce, evrenin her yerini dolduran "kozmik mikrodalga fon ışınımı" üzerinde duyarlı ölçümler yaptı. Bu ışınım, evrenin başlangıç anı olan Büyük Patlama'dan yaklaşık 300.000 yıl sonra ortamın yeterince soğumasıyla atom çekirdeklerinin ortamdaki serbest elektronları yakalayıp atomları oluşturdukları, böylece enerji parçacıkları olan fotonların ilk kez her tarafa dağılmış olan elektronlara çarpmaktan kurtulup serbestçe boşlukta yol almaya başladıkları andan kalan fosil ışınımdır.

Günümüzde, evren çok genişlemiş ve soğumuş olduğundan, bu fosil ışınım 2,7 K (yaklaşık -270 C) dereceye karşılık geliyor. VVilkinson Mikrodalga Anizotropi Uydusu bu fosil ışınım içinde 1 derecenin 100.000'de biri ölçeğine kadar çok küçük sıcaklık farkları belirledi. Bu farkların incelenmesi, evrenin yaşı, içeriği, yapısı ve geleceği konusunda çok kesin veriler ortaya koydu. Tüm bu verilerden yola çıkan bilim adamları evrenin yaşının 13,7 milyar yıl olduğunu hesapladılar.

PETROL DE DONAR MI?

İlkokuldan beri hepimize öğretildiği gibi su 0 derecede donar. Yine öğrendiklerimize göre doğadaki her şeyin bir donma noktası vardır. Peki, günümüzde en büyük enerji kaynağımız olan petrolün de donma noktası var mıdır? Varsa kaç derecedir?

Petrol çok çeşitli maddelerin karışımından oluşur. İçinde değişik hidrokarbonlar yer alır. Bu yüzden sabit bir donma noktası olmasını bekleyemeyiz. Ancak bu petrolün donmayacağı anlamına gelmiyor. Doğadaki her şey gibi petrol de donar elbette. Sadece içerisinde çeşitli maddeler olduğu için belirli bir noktada donar diyemeyiz. Petrolün alev alıp yanması için gerekli en düşük sıcaklık yaklaşık olarak -72 derecedir. Buradan yola çıkarak petrolün -72 dereceden daha düşük bir sıcaklıkta donacağını tahmin edebiliriz.

TIRNAĞIMIZIN 1 MİLİMETRE UZAMASI KAÇ GÜN SÜRER?

Rutin olarak yaptığımız işlerden birisi de tırnak kesmektir. Tırnakların uzama süresi insandan insana değişir. Çoğu zaman tırnaklarımızın uzamamasmı dilediğimiz bile olmuştur. Peki, tırnağımızın 1 milimetre uzaması için kaç gün geçtiğini biliyor musunuz?

Tırnağın uzama hızı, cinsiyet, yaş, beslenme alışkanlıkları, genel metabolizma, hangi parmağın tırnağından bahsettiğimiz ve tırnaklarımızın kalıtsal yapısı gibi birçok koşula bağlı olarak farklılık gösterir. Ama yine de ortalamayı göz önüne aldığımızda insan tırnağının 1 milimetre uzaması 2 ila 4 gün sürer.

HANGİ BALIK ELEKTRİK ÜRETİR?

Elektriğin keşfi insanlık için büyük bir olaydır. Elektrikle yaşayış tarzımız değişti; radyo, televizyon vesaire gibi nice modern cihazlar keşfedildi. Oysa elektrikli yayın, elektriği binlerce yıldır üretip silah olarak kullanıyor!

Elektrikli yayın, bir balığın adıdır; elektrik ürettiği için bu isim verilmiştir. Onun, yumuşak başının iki tarafında, elektrik akımı çıkartan iki organı vardır. Bu organlardan çıkarttığı elektrik akımlarıyla, avını sersemletir veya öldürür, sonra da yutar. Böylece besinini temin eder.
Elektrik üreten organlarının olmasının bir nedeni de, düşmanlarına karşı korunmasıdır. Çünkü verdiği şok, öyle kuvvetlidir ki, değil bir balık, bir insanı dahi öldürebilir! Elektrikli balıklardan en güçlüsü elektrikli yılan balıklarıdır. Bunların en yüksek ortalama voltajları 350'dir. Bundan 200-300 voltluk bir dış akım meydana gelir ki, bir atı devirmeğe, insanı bayıltmağa yeter! 90 santimetre boyunda, 650 voltluk deşarjı olan bir yılan balığı da bulunmuştur. Bu voltaj, şimdiye kadar tespit edilenlerin en yükseğidir. Elektrikli yılan balığı daima doğru akım meydana getirir. Balığın ön ucu, arkaya nazaran pozitiftir. Elektrikli yılan balıkları da, elektrik üreten cihazlarını, en usta bir fizikçi gibi kullanır.Verdikleri şoklarla, küçük balık ve kurbağaları sersemletip yutarlar. Onların elektrik organları, omurgasının yanlarında olup, uzunluğunun beşte dördünü kaplar. Bunlar değişmeğe uğramış kas maddesinden meydana gelmiştir. Yılan balığının elektrik cihazları sütun gibi arka arkaya dizilmiş levhalardan oluşmuştur. Bu levhalar 7000 civarındadır. Ayrıca elektrikli yılan balığı kendi elektriğinden ve hemcinsi diğer elektrikli yılan balıklarının elektriğinden zarar görmez.

ÇOCUK ANA RAHMİNDEYKEN DNA TESTİ YAPILABİLİR Mİ?

Haberlerde zaman zaman karşılaşırız. Bir kadın ünlü birinden hamile kaldığını iddia eder. Eskiden bir erkeğin bunun aksini kanıtlayabilmesi zordu. Ancak bilim ilerledi ve artık bir erkek eğer dünyaya gelen çocuğun babası olup olmadığından kuşku duyuyorsa mahkeme kararıyla DNA testi yapılmasını talep edebilir. Peki, acaba çocuk henüz ana rahmindeyken de DNA testi yapılabilir mi?

Bebek ana rahmindeyken DNA testi gerçekleştirilebiliyor. Fetüs DNA'sı testi adı verilen bu uygulama, doğrudan annenin kanında dolaşmakta olan fetüs DNA'sı ayrıştırılarak yapılıyor. Anne kanında bulunan birkaç farklı türdeki fetüs hücresi bu test için kullanılıyor. Ayrıştırma işlemi için de farklı tür tekniklerin uygulandığı çalışmalar bulunuyor. Şimdilik en erken beş haftalık birfetüse DNA testi uygulanabiliyor.

İLK MUM NE ZAMAN VE KİMLER TARAFİNDAN YAPILDI?

Hepimiz mumları severiz. Akşamları evde yakılan bir mumun insanı rahatlattığı, düşüncelere sürüklediği bir gerçektir. Eskiden aydınlatma aracı olarak kullanılsa da, günümüzde mumlar daha çok nostaljik bir araç olmuşlardır. Ancak elektrik kesildiğinde ya da bir parça romantizm yaşamak istediğimizde mumları yakarız. Peki, mumun hikâyesini biliyor musunuz?
Kim tarafından yapıldığı tam olarak bilinmese de; günümüzden 2000 yıl önce, hayvansal yağların arasına pamuk sokularak ilk mum yapıldı. Ancak, bu mumlar herkesin kullanamayacağı kadar pahalı ve lükstü. 17. yüzyıla kadar bu durum devam etti. Fransız bilim adamı Sieur Le Brez, kalıba dökülen mumları yapınca, üretim çok daha ekonomikleşti ve mum kullanımı büyük ölçüde arttı. Parafin mumların ilki ise 1850 yılında İskoçya'da James Young adlı kimyager tarafından yapıldı.

UZAYDA DİKİLEN BİR BAYRAK DÜNYADAKİ GİBİ DALGALANIR MI?

Atmosfer hareketleri (yani rüzgâr) olmadığı için bayrak da dalgalanmaz. Bu nedenle Neil Armstrong tarafından Ay'a götürülen ABD bayrağı, folyo gibi ince metalden yapılmıştı. Yoksa bazı uyduruk senaryolarda olduğu gibi "dalgalanır" görünen Amerikan bayrağı, astronotların gerçekte Ay'a gitmeyip resmi bir stüdyoda çektirdiklerinin kanıtı değildir.

Ancak kuşkusuz uzayda atmosferi olan gökcisimleri de var. Dünyamız gibi... Buralarda bayrağın dalgalanacağından kuşku yok. Atmosferi dünyamızdan çok daha seyrek olduğu halde zaman zaman tüm gezegeni kaplayan toz fırtınalarının yaşandığı Mars'ta da bayrak dalgalanırdı. Hatta Jüpiter gibi saatte 400-600 km hızda fırtınaların olduğu Jüpiter'de bayrak, tümüyle parçalanmadan önce çok kısa bir süre için dalgalanabilirdi.

AY DÜNYAYA ÇARPARSA NE OLUR?

Pek çok Amerikan filminde gökyüzünden yağan meteorlar dünyayı cehenneme çevirir ve insanlar yaşamak için türlü yollar bulmak zorunda kalırlar. Bu tarz filmlerin bizi bu kadar etkilemesinin nedeni, uzayın, yani bilinmeyenin bizi korkutmasıdır. Peki, milyonlarca kilometre ötesinden değil, hemen yanı başımızdan böyle bir tehlike gelirse, yani ay dünyaya çarparsa ne olur?

Eğer şanslıysak (Dünyamızın düşmekte olan uydusu ve Güneş arasındaki konumu, diğer bir deyişle ayın evreleri açısından), kısa bir süre olağanüstü mehtaplar seyrederiz. Sonrasına gelince, yalnızca 10-20 km çaplı asteroit ya da kuyrukluyıldız çekirdeklerinin milyonlarca yıl önce dünyamızda yol açtığı yıkımları düşünecek olursanız, ortada yaşam diye bir şey kalmayacağını tahmin edebilirsiniz.

Böyle bir çarpışmanın olası etkisi, yaşamı yok etmenin dışında gezegenimizin dönme ekseni ve hızında ve dolayısıyla yörünge hareketinde olağanüstü değişimler olarak kendini belli edebilir. Ancak, çok yoğun asteroit bombardımanına maruz kalmasına karşın Dünya çevresindeki yörüngesinde bilinen bir değişim göstermemiş olan Ay'ın, yörüngesinden herhangi bir nedenle çıkıp Dünyamıza çarpma olasılığı son derece küçüktür.

KAPLICA VE ILICA ARASINDA BİR FARK VAR MI?

Zaman zaman büyüklerimizin ya da belli rahatsızlığı olan tanıdıklarımızın tedavi olmak ve şifa bulmak için kaplıcalara gittiklerini duymuşuzdur. Sıcak yeraltı suyu kaynaklarının etrafına kurulan bu tesisler yorgun bedenlerimizi dinlendirmek açısından da alternatif tatil yerleridir. Bazen ılıcalardan da söz edildiğini duyarız. Acaba ılıca ile kaplıca arasında bir fark var mıdır?

Madensuyunun yeryüzüne çıktığı kaynağa kaynarca, madensularından yararlanmak üzere kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere de genel olarak kaplıca ya da ılıca denmektedir. Kaplıca sularından banyo ve içme kürleriyle yaralanılmaktadır. İçme kürü olarak yararlanılan kaplıcalara içmece de denilmektedir.

Kaplıca teriminin kökeni, kaynarcanın üzerine hamam yapılması nedeniyle türetilen "kaplı ılıca" terimidir. (Ilıcanın anlamı ise, suyu sıcak olarak yerden çıkan hamamdır.) Yani sonuç olarak kaplıca ve ılıca eşanlamlı sözcüklerdir.

BULUTLU BİR GÜNDE GÜNEŞLENMEK YA DA YANMAK MÜMKÜN MÜDÜR?

Güneşlenmek ve yanmak terimleri bize hep yaz aylarını anımsatır. Sıcak hava olmadan, güneş insanı kavurmadan sanki her ikisi de olamazmış gibi gelir bize. Peki, bulutlu ve yağmurlu bir günde de güneşlenmenin mümkün olduğunu biliyor musunuz? Bulutlu bir günde de "güneşlenmek" hatta yanmak kesinlikle mümkündür. Güneş yanıkları uftraviyole ışınlarının marifetidir, bu ışınlar da bulutlarca engellenmezler, sadece önlerine bulut geldiği için perdelenirler. Hatta bulutlu günlerde daha bile ciddi güneş yanıkları olabilir; çünkü insanlar hava bulutlu olduğundan yandıklarının farkına bile varmazlar. Güneşten gelen ultraviyole ışınları, sanıldığının aksine gözle görünür ışıktan çok daha fazla bir şekilde bulutlardan geçerler, dolayısıyla gözlerimizle fazla ışına maruz kalmıyormuş gibi algılasak da, aslında öyle değildir.

Gölgede otururken de yanmak mümkündür. Ultraviyole ışınları görünür ışıktan çok daha güçlü bir şekilde atmosfere dağılırlar. Ve kelimenin tam anlamıyla havadan sekerek, gölgede oturuyor olsanız bile size doğru da gelirler. Eğer masmavi gökyüzünü görebiliyorsanız, etrafa dağılmış ultraviyole ışını alıyorsunuz demektir.

AYNALARIN ARKASINA SÜRÜLEN SIR HANGİ MADDELERDEN YAPILMIŞTIR?

Aynalar hayatımızın vazgeçilmezlerindendir. Banyoya, yatak odasına ve evin muhtelif yerlerine aynalar yerleştiririz. Bunda nasıl göründüğümüzü bilmek isteğimizin büyük bir etkisi olsa gerek. Evden dışarı çıkmadan önce illaki bir aynanı karşısına geçip tepeden tırnağı dış görüntümüzü inceleriz. Peki, bu denli sık kullandığımız aynaların arkasına sürülen sırrın hangi maddelerden yapıldığını merak ettiniz mi hiç?

Çok çeşitli maddelerden (gümüş, alüminyum gibi) yapılmaktadır. Cam levhaların bir yüzeyi cıva amalgamları ile kaplanarak, ayna elde edilmiştir. Günümüzde ise, genellikle cam levhaların bir yüzü, ince bir gümüş tabakası ile sırlanarak ayna elde edilir. Bazen gümüş yerine alüminyum, altın, hatta platin dahi kullanılır. Alüminyum sırlı aynalar, dalga boyu 0,4 mikrondan küçük olan morötesi ışınları da yansıtırlar.

KALIN BAĞIRSAKLA İNCE BAĞIRSAĞIN UZUNLUĞU KAÇ METREDİR?

Biyoloji, fen ya da anatomiyle ilgili derslerde kalın ve ince bağırsaklardan bahsedildiğini hepimiz duymuşuzdur. Ne işe yaradıklarını hâlâ tam olarak anlayamadığımız gibi, birine neden "ince", diğerine "kalın" dendiğini de kavrayamamışızdır. Vücudumuzun boyutları göz önüne alındığında, kalın ve ince bağırsakların uzunluğunu tahmin edebilir misiniz?

Bağırsak uzunluğu, canlıların türüne, boyutlarına ve beslenme şekillerine göre değişiklik gösterir. Genel bir kural olarak, otçul (herbivor) beslenen türlerde, selüloz sindirici bakterilere gerekli yüzey alanını sağlayabilmek için bağırsak boyu daha uzun olur. Tamamen etçil (kamivor) beslenen türlerdeyse bağırsak boyu görece kısadır. Bizler, hepçil (omnivor) besleniyoruz ve bağırsaklarımız da bize yakın boyutlu organizmalara göre orta uzunluktadır. Sağlıklı bir erişkin insanda ince bağırsak boyu yaklaşık 6-6,5, kalın bağırsak boyuysa yaklaşık 1,5-2 metredir.

KOYU TENLİ YA DA ESMER İNSANLAR,AÇIK TENLİ İNSANLARA GÖRE GÜNEŞTEN DAHA AZ MI ETKİLENİR?

Tatil yörelerinde mutlaka dikkatimizi çeken bir şey vardır. Etraftaki açık tenli insanların haşlanmış gibi kıpkırmızı dolaştıklarını, buna rağmen esmer tenli insanların sanki güneşten hiç etkilenmediklerini görürüz. Güneş aynı güneştir, her iki insan tipine de aynı ışınları gönderir, ama insanların etkilenme oranları farklıdır. Bu durumdan yola çıkarsak, acaba koyu tenli insanlar açık tenli insanlara oranla güneşten daha mı az etkilenirler?

Koyu tenli insanlarda bulunan melanin pigmenti, üst derinin yüzeyine yakın yerlerde bulunur ve hem güneşten, hem de doğal olmayan kaynaklardan gelen morötesi ışınları emer. Bu emilim, derinin daha alttaki katmanlarını korur ve yanıkları önler. Bu nedenle, çok koyu tenli bir insanın, açık tenli bir insana göre, morötesi ışınlardan 1000 kat daha az etkilendiğini söyleyebiliriz.

Açık tenli insanlar, özellikle sıcak mevsimlerde güneşte kalmaya yeni başladıklarında, mutlaka koruyucu güneş kremleri ve losyonlar kullanmalıdır ve öğle saatlerinde güneşten kaçınmalıdır. Fakat bir insanın derisi yeterli koyulukta ya dabronzlukta olsa bile, güneşin morötesi ışınlan deride yaşlanmaya sebep olur.

Sonuç olarak; koyu tenli insanlar güneşten daha az etkilenseler de, cilt kanserine yakalanma ve güneş etkisiyle derinin hızlı yaşlanması gibi riskler onlar için de söz konusudur. Çünkü derinin rengi ne olursa olsun güneşin gözlere ve savunma sistemine verdiği zarar aynıdır. En akıllıcası ve sağlığımız için en doğru olanı, tenimizin rengine bakmaksızın, güneşte doğru zamanda, yeteri kadar kalmaktır.

FİLLERİN KATLEDİLMESİNE NEDEN OLAN DİŞLERİ NE İŞLERİNE YARAR?

Pek çok belgeselde izlemişizdir. Fillerin birçok ilginç özelliği vardır; bunlardan biri de hortumlarının yanından uzanan bembeyaz ve upuzun sivri uçlu dişleridir. İnsanlar tarafından oldukça değerli bulunan bu dişler uğruna avcıların fillerin peşlerine düştüklerini de biliriz. Peki, hiç merak ettiniz mi, ölümlerine neden olan bu dişler acaba fillerin ne işine yarar?

Fillerin toplamda sadece altı dişleri vardır ve bunlardan sadece dört tanesi diş olarak iş görür. Azı dişi alt ve üst çenede, her iki tarafta (sağlı-sollu) birer tane olmak üzere dizilmiştir. Bunlar oldukça karmaşık yapılı öğütücü dişlerdir. Her bir diş, mineden oluşan sırtlarla birleştirilmiştir ve sanki birbirine yapıştırılmış birkaç diş gibi görünür. Bir fil yemek yerken çenesini ileri geri oynatır ve dişlerin yemeği öğütmesini sağlar.

Fillerin azı dişleri zaman içinde sürekli büyür ve eskir. Bu yüzden zamanı gelince geride bekleyen daha büyük ve karmaşık dişlerle değiştirilir. Genellikle bir memeli dişini değiştirirken yeni gelen diş alttan çıkarak eskisini ittirir. Fakat fillerde yeni diş geriden gelir. Bir fil ömrü boyunca her bir dişi sadece altı kez değiştirebilir. Tüm haklarını kullanan bir filin sonu ne yazık ki açlıktan ölmektir. Yani bir filin ömrünün uzunluğunu belirleyen etken aslında dişleridir.

Fildeki beşinci ve altıncı dişler ise üst çenede bulunan kesici dişlerdir. Fakat bu isim sadece genel diş terminolojisine göre söylenen bir isimdir. Onlar aslında hepimizin çok iyi bildiği ve fillerin insanlar tarafından avlanmasına sebep olan "fil-dişleri"dir. Her ne kadar çiğnemede bir işlevleri olmasa da fil-dişlerinin başka görevlen vardır. Filler bu dişlerini kavga sırasında ya da herhangi bir yeri kazmak veya kazımak için kullanabilirler; örneğin ağaç gövdesini kazıyarak ağaç kabuğu elde etmek gibi.

17 Ekim 2011 Pazartesi

KURŞUN KALEM KURŞUNDAN MI YAPILIR?

Okul hayatımızın büyük bir kısmı kurşun kalemlerle geçer. İlkokula başladığımız andan, üniversiteyi bitirdiğimiz ana kadar, hayatımızın bu büyük bölümünde kalemlerimiz bize eşlik ederler. Modelleri, renkleri, desenleriyle bizi kendilerine çekerler ve pek çoğumuz kurşun kalemle yazı yazmayı, resim yapmayı hâlâ çok severiz. Peki, öğrenim hayatımızı ve nostaljik anılarımızı kaplayan kurşun kalemler gerçekten kurşundan mı yapılır?

Cevabı ilginç, ama kurşun kalemin içeriğinde kesinlikle kurşun maddesi bulunmaz. Ana madde olarak kullanılan grafit kırk ayrı maddenin karıştırılmasıyla oluşur. Bu karışım yüksek sıcaklıkta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir.Kurşunkalem denilmesinin sebebi ise, 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin onu bir çeşit kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit karbon olduğu anlaşıldı. Zaten kurşun, günlük hayatımızda bize etki edecek yerlerde kullanılmayacak kadar zehirli bir elementtir.

PLÜTON GEZEGEN MİDİR, DEĞİL MİDİR?

Bilim dünyası her gün yeni bir buluşla karşı karşıya... Günümüzde bilgi, en çabuk ilerleyen ve yaygınlaşan şeydir. İlkokuldan beri bize hep dokuz tane gezegen olduğu ve bu gezegenler arasında Plüton'un da yer aldığı söylenmiştir. Fakat bilim adamlarının yeni teorilerinde yaşanan bir karmaşa bu bilginin yanlış olduğunu göstermektedir. Peki, Plüton yıllarca öğrendiğimiz gibi bir gezegen midir, yoksa değil midir?

Güneş Sistemi'nin 9. gezegeni olarak 1930 yılında keşfedilen Plüton, Uluslararası Astronomi Birliği'nin 24 Ağustos 2006 tarihinde aldığı kararla, gezegen statüsünden çıkartılarak "cüce gezegen" kategorisine konuldu. Aynı toplantıda, gezegen olmanın koşulları da belirlendi:
a) Güneş'in çevresinde yörüngede dolaşmak.
b) Güneş dışında başka bir gökcisminin uydusu olmamak.
c) Küresel bir biçim almasını sağlayacak kadar büyük bir kütleye sahip olmak.
d) Yörüngesinin yakınlarını başka cisimlerden temizlemiş
olmak.

Plüton, diğer koşullan yerine getirmiş olmasına karşın Güneş çevresinde bir turu 250 yılda tamamladığı ve yörüngesinin yakınlarını iyi süpürmediği için sınıfta kaldı. Ayrıca geçtiğimiz yıl keşfedilen ve Plüton gibi, Neptün'ün yörüngesi dışında dolanan buz ve kayadan oluşmuş cisimlerle dolu Kuiper Kuşağı'na ait bir cisim olan Xena da, Plüton'dan biraz daha kütleli olduğu için 10. gezegen olarak ilan edilmeyi beklerken, o da çevresini temizlemediği için cüce gezegen sınıfına sokuldu.

GÖZYAŞI SADECE SUDAN MI OLUŞUR?

Hepimiz öyle ya da böyle ağlamak zorunda kalmışızdır. Gözlerimizden yanaklarımıza doğru bir yol çizerek akan gözyaşımız, ağzımıza değdiyse muhakkak tuzlu olduğunu da fark etmişizdir. Tuzlu su tadındaki gözyaşı acaba sadece sudan mı oluşur?

Gözyaşı üç katmandan oluşur: Yağ, su ve mukus. Dıştaki yağsı tabaka, göz kapağının kenarında bulunan meibomian bezlerinde üretilir. Sulu kısım ise, lakrimal bezi tarafından üretilir. Bu bez, kaşın altında kalan ve gözü çevreleyen kemiğin altında bulunur. Gözyaşını oluşturan katmanlardan sonuncusu olan mukus ise mikroskobik boyutta olan ve konjonktivada bulunan, özelleşmiş goblet hücreleri tarafından salgılanır.
Gözümüzü her kırpışımızda, göz kapakları, bir arabanın cam silecekleri gibi gözü süpürür ve ince bir tabaka halinde gözyaşını yüzeye dağıtırlar. Göz kırpma hareketi, gözyaşını alt ve üst gözkapaklarmın kenarında bulunan kanalcıklara girmeye zorlar. Bu kanalcıklara "puncta" denir. Gözyaşı "pun-cta"dan, üst ve alt lakrimal bezine açılan ve "canaliculus" adı verilen kanallara gider. Lakrimal bezi ise gözyaşını nazal geçide yani buruna açılan nazolakrimal kanala iletir. Burun ile gözyaşı üretim sistemi arasındaki bu bağlantı yüzünden ağladığımızda burnumuz da akar. Ağlama durumunda sözünü ettiğimiz kanalların taşıyabileceğinden fazla için bu kanallar dolar ve sıvının bir kısmı ke göz kenarlarından yanaklara doğru akar. Gözyaşı gözümüzü koruyan yapılardan karşı koruyucu maddeler içerir. Ayrıca göze simlerin atılmasında görev alır.

15 Ekim 2011 Cumartesi

MP3 NEDİR?

Günümüzde sokaklarda müzik dinlemek istiyorsak muhakkak Mp3 çalarımız olması gerekmektedir. Müzik dinleyebileceğimiz telefonlar bile Mp3 formatındaki şarkıları çalabilecek şekilde yapılmaktadırlar. Bir zamanlar herkesin vvalkmanı olduğu gibi, şimdi de herkesin Mp3 playerı var. Ama önemli olan player değil, Mp3'tür. Peki, nedir Mp3?

Mp3, diğer adıyla "MPEG layer 3" bir "codec" (sıkıştırma/açma) modülüdür. Ses verilerini mümkün olduğu kadar az kayıpla daha az yere sığdırmaya yarar. Mp3, çok az kayıpla, orijinal sıkıştırılmamış ses dosyasını 12/1 oranına kadar küçültebilir. Bundan daha yüksek oranlarda sıkıştırma yapmak da mümkündür: ancak kayıplar daha yüksek olmaya başlayacaktır ve ses kalitesi düşecektir.

Bu şekilde sıkıştırılmış bir ses dosyası mp3 dosyası olarak adlandırılır ve bu sıkıştırma yöntemini tanıyan programlar aracılığıyla dinlenebilir. Ayrıca dosyanın belirli bir tanımlayıcı kısmı olmadığı ve tamamen veriden oluştuğu için her bir mp3 dosyası parçası dinlenebilir durumdadır. Yani mp3 dosyalarını bölebilir ya da internetten gerçek zamanlı dinleyebilirsiniz, tüm dosyanın elinizde olması gerekmez.

ŞAHİNLER YA DA KARTALLAR GİBİ İYİ GÖREBİLEN HAYVANLARIN DA GÖZLERİ BOZULABİLİR Mİ?

Hayvanlarda da göz bozukluklarına rastlanabilir. Herhangi bir nedenle göz küresinin şeklinin bozulması ya da göz merceğinin saydamlığını yitirmesi, tüm canlılarda benzer etkilerle sonuçlanır. Bazı hayvanların gözleriyse, insan göz sağlığı ölçülerine göre doğuştan hipermetroptur. Yani, bazı hayvanlar belli bir mesafeden daha yakını net göremezler. Buna en güzel örnek, en yakınımızda yaşayan bir küçük "avcı" türü olan evcil kedilerdir.

Evcil hayvanlarda bu gibi göz bozuklukları daha yaygındır, çünkü doğal yaşamlarından kopmalarıyla birlikte artık avcı gözlerine eskisi kadar gereksinim duymazlar ve görüş yetenekleri, zaman içinde, yabanıl akrabalarına göre daha zayıf bir hale gelir. Bunun gibi doğuştan gelen özellikler dışındaki göz bozuklukları, doğada doğrudan başarısızlık nedenidir. Ancak, doğal yaşamlarında görme yetenekleri ön planda olan avcılarda, göz bozukluklarının görülme oranı oldukça düşüktür. Doğada göz bozukluğu ciddi bir dezavantaj olduğu için, avlanamama ya da avcıdan yeterli verimlilikte kaçamama gibi koşullardan ötürü ölüm nedeni olabilir.

ALTIN ORAN NEDİR NERELERDE KULLANILIR?

Mutlaka bir yerlerden kulağımıza çalınmıştır. Eski uygarlıkların doğayı gözlemleyerek keşfettikleri gizemli bir orandan bahsedilir: Altın Oran. Özellikle sanatçıların eserlerini yaratırken bu mükemmel orana dikkat ettikleri anlatılır. İsmi bile ilgimizi çekmeye yeterlidir aslında. Peki, Altın Oran nedir ve nerelerde kullanılır?
Eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından keşfedilen altın oran, doğada sayısız canlının ve cansızın şeklinde ve yapısında bulunan özel bir orandır. Altın Oran, doğada, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, yüzyıllarca sanat ve mimaride uygulanmış, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır. Doğada en belirgin örneklerine insan vücudunda, deniz kabuklularında ve ağaç dallarında rastlanır. Platon'a göre kozmik fiziğin anahtarı bu orandır. Altın Oran'ı, bir dikdörtgenin boyunun enine olan "en estetik" oranı olarak tanımlayanlar da vardır.

RUJUN KİMYASAL YAPISI NEDİR?

Her kadın güzelliğine düşkündür. Bu yüzden aynanın karşısında makyaj yaparak vakit geçirmekten hoşlanır. En favori makyaj malzemelerinden biri de rujdur. Dudakları renklendiren, dolgun ya da parlak gösteren rujlar... Peki, acaba hiç merak ettiniz mi, rujun içeriğinde neler vardır?

Bu, üründen ürüne değişiklik göstermektedir. Genel yapısında mumsu bir malzeme ve uçucu olmayan bir yağ (kolay sürülsün ve tüpte dağılmasın diye) bulunur. Bunun için genellikle balmumu ve hintyağı kullanılır. Ruj yapımında kullanılan başka bir karışım ise polietilen ile karıştırılmış silikon ve silikon yağıdır.

Renk vermesi içinse çok çeşitli pigmentler kullanılmaktadır. Dudakta durabilmesi için suda çözünmeyen boyalar kullanılır. Suda çözünebilir boyalar önce metal oksitlerle tepkimeye sokularak çözünemez parçacıklar haline getirilir. Kozin, ruj yapımında en çok kullanılan boya pigmentidir. Derinin yüzeyinde bulunan protein yapılarındaki NH2 gruplarıyla tepkimeye girdiğinde keskin kırmızı bir renk kazanır. Rujun dudağa yapışmasını ve orada kalmasını sağlamak için yağ asitlerinin esterleri kullanılır.

İNSAN BİR GÜNDE VEYA BİR YILDA KAÇ KİRPİK DÖKER?

Gözlerimizi kaşıdığımız zamanlarda hepimiz kirpiklerimizin döküldüğünü fark etmişizdir. Saçlarımız kadar olmasa da, birkaç kirpik elimize düşer. Saçların ve kirpiklerin yapısı farklı olduğu halde her ikisi de dökülür. Peki, bir gün içerisinde kaç tane kirpiğimiz dökülür ve yılda kaç kirpiğimizi kaybederiz?

Bunun için belirli bir sayı vermek oldukça zor. Ancak doğal olan veya olmayan nedenlerle günde 2-3 kirpik döküyoruz. Belli dönemlerde daha fazla kirpik dökmemizin yanında, bazı günler hiç kirpik dökmüyor olduğumuz da bir gerçek. Ama ortalama olarak günde iki kirpik döktüğümüzü varsayarsak, bu rakamı 365 ile çarptığımızda bir yıl içerisinde kaç tane kirpik döktüğümüzü bulmuş oluruz.

EVET VE HAYIR KELİMELERİ TÜRKÇEYE NEREDEN GELMİŞTİR?

Herhalde, konuşurken en sık kullandığımız iki sözcükten biri "evet", diğeri ise "hayır"dır. Bu iki sihirli sözcüğün aslında hayatımızın gidişatında da çok önemli etkisi vardır. Peki, bu iki sözcüğün Türkçemize köken olarak nereden geldiğini biliyor musunuz?

İsmet Zeki Eyüboğlu'nun hazırladığı Türk Dili'nin Etimoloji Sözlüğü'ne göre bir işi, bir eylemi onaylama, uygun bulma anlamındaki evet sözcüğü, orta Farsçanın 3. yüzyıldan 10. yüzyıla dek kullanılan biçimi olan Pehlevi dilinden dilimize geçmiştir. Pehlevice "avad", Asya Türkçesine "uvat", "ovat" biçiminde geçti. Eski Farsçada avatha olarak kullanıldı.

Hayır sözcüğüyse Arapça "hayr"dan geliyor. Bu sözcüğün Türkçede biri olumlu biri olumsuz iki anlamı var: Birisi iyilik, yardım, diğeriyse olmaz, değil anlamlarını taşıyor. Hayır'ın kökü Türkçe değil ve ne yolla hem iyilik, hem de olmaz, değil anlamlarını kazanmış olduğu açıklanamıyor.

SİRKE VE ŞARAP ARASINDAKİ FARK NEDİR?

Sirkenin tarihi de neredeyse şarap kadar eskidir. Aslında sirke ekşimiş şaraptır. Muhtemelen 10 bin yıl önce tembel bir şarap imalatçısı, şarabı yaparken uzun süre bekleterek hava almasına, sonucunda da ekşimesine sebep olmuştur. Böylece bilmeden, rastlantıyla sirkenin kâşifi olarak tarihe geçmiştir.Binlerce yıl her medeniyet değişik meyve, sebze ve hububattan kendi usullerince sirke yapmış ama sirkeleşmenin ne olduğu ancak geçen yüzyılın başlarında anlaşılabilmiştir.

Genellikle sirkenin sadece salatalarda, turşularda, salçalarda, gıda maddelerinde kullanıldığı sanılır. Halbuki tarihe bakıldığında sirkenin asırlar boyu tıbbın hizmetinde olduğu görülür. Milattan yaklaşık 400 yıl önce tıbbın babası Hipok-rafın hastalarına sirkeyi ilaç olarak tavsiye ettiği biliniyor. Sonraları doktorlar sirkeyi nefes açıcı olarak akciğer rahatsızlıklarında, cilt hastalıklarında, incinme ve burkulmalarda, ateş düşürmede ve iç kanamaların tedavilerinde yaygın olarak kullanmışlardır. Romalı askerler sirkeyi içme sularına dezenfektan olarak koyarlarmış. Hatta Hannibal'in Alp dağlarını sirke sayesinde aştığı bile rivayet edilir. Hannibal yoluna çıkan kayaları önce ateş yakarak ısıtmış sonra üzerlerine sirke sürmüş, çatlayan ve ufalanan kayaları da yolu üzerinden kolayca kaldırmış.Sirkenin tarih boyunca en önemli kullanım alanı ise yiyeceklerin muhafazasında olmuştur. Bugün insanlar sirkeyi hâlâ günlük yaşamda, alına sirkeli bez koyarak ateşi düşürmede, ağrı gidermede, temizlikte, pasları-çözmede, yabani otları öldürmede kullanıyorlar.

PASLANMAZ ÇELİK PASLANMAZ MI GERÇEKTEN?

Hemen her evde paslanmaz çelik tencere seti vardır. Bu tencerelerin pek çok önemli özelliğinin yanı sıra en dikkati çeken özelliği uzun ömürlü olmalarıdır. Bunun nedeni de çeliklerinin paslanmaz olmasıdır. Peki, hiç merak ettiniz mi, genelde çelik paslandığı halde neden bu tencereler paslanmaz?

Çelik ile demir arasında çok az bir fark vardır. Saf demir bir bakır kadar yumuşaktır. İçine %2 kadar karbon katıldığında inanılmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler elde edilir ki; adı artık çelik olur. Demirin bol olması, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeliğin de kullanımı çok yaygındır. Ancak çelikte de, demirde olan bir zayıf nokta vardır: Paslanma, diğer bir deyişle oksidasyon.
Günlük hayatımızda kullanılan eşyaların paslanması sonucu her yıl dünyada milyonlarca dolar boşa gitmektedir. Bu kaybın büyük bir kısmı demir ve çeliğin paslanmasından dolayıdır. Paslanmayı kısaca demirin havadaki oksijenle birleşmesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu elektrokimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde başlayan paslanma, boyanın altından geçerek diğer bir yerde ortaya çıkabilir.

Sadece demir ve çelik değil, diğer metaller de paslanır; örneğin, alüminyum, pirinç, bronz gibi. Ancak bu metallerde malzeme ile oksijenin birleşmesinden çok ince bir tabaka oluşur ve bu tabaka oluşur oluşmaz, malzemenin havayla temasını keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanın ilerlemesini önler. Bu tabaka o kadar incedir ki; malzemenin rengi hemen hemen değişmez. Demirdeki paslanmanın özelliği, onun ve oksijen atomlarının boyutlarındaki büyük farktan dolayı yüzeyde sağlam bir birleşme olamaması, paslanmanın malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü değil mukavemetin de bozulmasıdır.

Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktarı pasın rengini de belirler. Bu nedenle pasın rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildiği gibi sarımtırak da olabilir. Paslanmanın hızını artıran faktörlerden bir diğeri de tuzdur. O da bu elektro-kimyasal reaksiyonun hızını arttırır. Kışın kar nedeniyle yollarına tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarında paslanma daha hızlı olur. Paslanmaz çelikten önce, paslanmayı önlemek için malzeme boyanıyor veya galvaniz kaplanıyordu. Bu çözümler de özellikle sağlık ve gıda sektöründe başka sorunlar yaratıyordu.

İlk paslanmaz çeliği Harry Brearley, 1913 yılında tesadüfen keşfetti. Tüfek namluları için çeşitli metalleri birleştirerek deneyler yaparken bazılarının paslanmaya karşı dirençli olduklarını gördü. Her büyük buluşta olduğu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir uğraş verdi. Krom gibi bazı metaller, atom boyutlarının birbirine yakın olmasından dolayı oksijenle çok kolay ve süratli birleşirler. Kalınlığı birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok sağlam bir tabaka oluştururlar. Başka reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar oluşur. Krom belli bir oranda çeliğe katılırsa yine aynı olay olur, çelik artık paslanmaz. Paslanmaz çeliğin içinde yüzde 10-30 krom vardır. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum, alüminyum, bakır, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bağlı olarak kullanım yeri değişir.

DAMARLARIMIZIN UZUNLUĞU KAÇ KİLOMETREDİR VE BU DAMARLARDA KAN DOLAŞIMI KAÇ DAKİKA SÜRER?

İnsanoğlu eşsiz bir makinedir. Çoğu zaman kendimizle ilgili tuhaf sorular aklımıza gelir ve bu sorulara mantığımız çerçevesinde cevaplar bulmaya çalışırız. Ortalama boyutları göz önüne aldığımızda, karşımıza çıkan cevaplar bizi oldukça şaşırtabilir. Tıpkı damarlarımızın uzunluğu gibi!

Peki, damarlarımızın uzunluğu kaç kilometredir? Bilim adamları, vücudumuzdaki tüm damarların uç uca eklenmesi durumunda toplam uzunluğunun 160.000 kilometre olduğunu hesaplamışlardır. Evet, en uzun insanın 2,5 metre olmasına rağmen, damarlarımız yüz binlerce kilometre uzunluğundadır ve sürekli vücudumuzun ayakta kalabilmesi için yaşam kaynağını kilometreler boyunca taşımaya devam ederler.

Daha şaşırtıcı olansa, kanın, bu yüz binlerce kilometreyi dolaşma hızıdır. Vücudumuzdaki tüm kan, birkaç dakika içinde vücudumuzu dolaşarak oksijenlenmesini tamamlayabilir.

13 Ekim 2011 Perşembe

DOĞUŞTAN GÖRME ÖZÜRLÜLER RÜYA GÖRÜR MÜ?

Bütün insanlar rüya görür. Yani doğuştan görme özürlüler de rüya görür. Bildiğimiz gibi görme yeteneğini kaybeden bir insanın zaman içinde diğer duyuları oldukça gelişir, hatta kimi uzmanlar tarafından "süper duyu" olarak adlandırılırlar. Görme özürlü insanlar günlük yaşamda bu duyularla algıladıkları şeyler sayesinde rüyalarında koku, ses, dokunma gibi hislerin ağırlıkta olduğu deneyimler yaşarlar. Fakat görme özürlü insanların gördükleri rüyalar "görsel" öğeler içermeyebilir. Bu da onların ne zaman kör olduklarıyla yakından ilintilidir. Eğer bir kimse görme duyusunu beş yaşından önce kaybetmişse (doğuştan görme özürlülük de buna dâhil), bu kişinin rüyalarında görsel öğeler bulunmaz. Tabii bu konuda çok az sayıda istisnalara rastlanmıştır.

1928 yılında Hollanda'da yayınlanan bir raporda, görme duyusunu beş yaşından önce kaybetmiş altı ilkokul öğrencisinin rüyalarında çok az da olsa görsel öğeler bulunduğu belirtilmiştir. Ama bir insan doğuştan görme özürlüyse rüyaları kesinlikle görsellik içermez. Görme duyusunu kaybettiğinde beş-yedi yaşları arasında olan bir kişinin rüyalarında görsellik olabilir de, olmayabilir de. Yedi yaşından sonra görme duyusunu kaybeden bir insan ise ne kadar uzun süre ve ne kadar çok şey gördüğüyle orantılı olarak rüyasında görüntülere rastlayabilir. Uykunun REM (hızlı göz hareketi) evresinde görme özürlü insanlarda gözlerin hareketinin ya çok az ya da hiç olmadığını da ekleyelim.

COLOMB AMERİKA'YI KEŞFETTİĞİNDE ORADA BULUNAN HALK AZTEKLİLER MİYDİ İNKALAR MI?

Bütün zamanların en büyük keşiflerinden birisi de coğrafi keşiflerdir. Sadece bulundukları zamana damga vurmakla kalmamışlar, tüm zamanları etkilemişlerdir. Neden-sonuç ilişkisiyle incelendiklerinde coğrafi keşiflerin etkilerinin hâlâ devam ettiğini savunanlar bile vardır. Coğrafi keşifleri ve sömürge yarışını başlatan Amerika'nın keşfedilişi ise kafamızı karıştırmaya devam eden konulardan biridir. Peki, Colomb Amerika'yı keşfettiğinde hangi halkla karşılaşmıştır?

Colomb Amerika'ya geldiğinde bu iki halk da kıtada bulunuyordu. Hatta Maya ve Toltek yerlileri ve Aztek İmparatorluğu'na bağlı başka kabileler de bulunuyordu. Aztekler Orta Amerika'da, Inkalar da bugünkü Şili civarında Güney Amerika'daydı. Ne var ki Colomb bunları görmedi. Aztekler'le ilk karşılaşan Cortez, înkalar'la ilk kez karşı karşıya gelen de Pizarro'ydu.
Aztekler'e bağlı küçük kabilelerle karşılaşan Colomb, uzun süre Hindistan'a geldiğini düşündü. Amerika'nın yerli halkının "İndian" yani "Hintli" olarak adlandırılması da bu yüzdendir.

KIŞ UYKUSUNA YATAN BİR HAYVAN UYANDIRILABİLİR Mİ?

Teorik olarak evet! Kış uykusundaki bir canlının vücut sıcaklığı ve metabolizma hızı son derece düşmüş durumdadır. Vücut sıcaklığını artırmayı başarmanız halinde, hayvanı uyandırabilirsiniz. Ancak, uyanma hızı vücut sıcaklığının ne kadar düşmüş olduğuna ve dolayısıyla da normal vücut sıcaklığına erişim için geçecek zamana bağlıdır. Örneğin ayılar, kış uykusuna girdiklerinde vücut sıcaklıkları çok az bir düşüş gösterir. Bu nedenle de uyanmaları çok daha kısa sürer. Ancak kış uykusundaki küçük bir kemirgenin vücut sıcaklığı +2 dereceye kadar düşüş gösterebilir. Dolayısıyla da bu canlının uyanması çok daha uzun sürecektir. Doğal olmayan bir etken tarafından kış uykusundan uyandırılan hayvanlarda bazı fizyolojik bozukluklar görüldüğünün bilinmesi nedeniyle, arazi çalışmalarında hayvanların uyandırmaması ve rahatsız edilmemesi için büyük özen gösterilmektedir.

KOLA NERDEN GELİR?

Bilgisayar başında çalışanların bir fincan kahvesi yanlarından hiç eksik olmaz. Çalışırken hem yorgunluğumuzu alır hem de yayılan nefis kokusuyla içimi keyiflidir. Kola ise genç yaşlı özellikle yaz aylarında hemen herkesin en çok tükettiği meşrubatlardandır. Peki, bu içeceklerin ana maddesini oluşturan kolanın nasıl keşfedildiğini biliyor musunuz?

XIX. yüzyıl boyunca Avrupalı kâşiflerin ağır yükünü taşıyan Afrikalı hamallar, orman boyunca seyahatin yorgunluğunu üzerlerinden atmak için basit bir yöntem uyguluyorlardı. Topladıkları birkaç kola tohumunu dinlenme molalarında çiğniyorlardı.

Afrikalılar kola tohumundaki bir maddenin vücut üzerinde uyarıcı etkisi olduğunu ve kola tohumunu çiğneyerek, saatlerce yorgunluk hissetmeden yürüyebileceklerini biliyorlardı. Bilim adamları daha sonra kola tohumunun uyarıcı etkili kafein içerdiğini saptadılar. Kola ağacı Batı Afrika'nın her tarafında yetişir. Kola meşrubat sanayinde kullanılmaya başladığından bu yana ağacın önemi artmıştır.

DEVELERİN HÖRGÜÇLERİNDE NE BULUNUR?

Genelde develerin hörgüçlerinde su olduğu ve uzun yolculuklarında bu suyu kullandıkları söylenir ama doğru değildir. Develerin hörgüçlerinde 30-35 kg kadar yağ bulunur. Yiyecek bulamadıkları zaman bu enerjiyle hareketlerini sağlarlar; ayrıca yağ çöl sıcağına karşı koruma görevi de yapar. Develer suya az gereksinim duyarlar. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür. Soluk alırken havadaki nemin üçte ikisini kazanabilirler. Su kaybını da dokularından kaybederler, kandaki su etkilenmez.

ÇÖLDE KAR YAĞAR MI?

Filmlerde izleriz; kahramanımız çöle düşmüştür. Tepesinde pırıl pırıl parlayan sıcacık güneşin altında ter içersinde kalmış, susuzluktan dudakları çatlayıp bitap düşmüştür. Sıcaktan sanki erimek üzeredir. Bazen fırtına çıkar; bu seferde saklanacak bir yer arar, kum fırtınasından kendini korumak için. Talihi varsa ki genelde olur, onu çölden kurtaracak bir sürprizle karşılaşır. Nadir de olsa yağmur yağdığı da olur çöllere. Peki, çölde hiç kar yağar mı diye bir soru geldi mi aklınıza?

Çöllerin genellikle kurak ve sıcak bölgeler olduğu düşünülür. Bu, bazı çöller için doğrudur; ancak hepsi için değil. Dünyanın sıcak bölgelerindeki çöller yıl boyunca sıcak olur. Ancak, bu çöllerde bile geceleri çok soğuk olur. Dünyanın daha serin bölgelerindeki çöllerde de geceler soğuk olur; bu bölgelerde soğuk kış mevsimleri de söz konusudur. Birçok soğuk bölgede de çöl bulunur. Örneğin, Grönland. İster sıcak ister soğuk olsun tüm çöllere yağmur yağar. Yağmur yalnızca birkaç dakika sürer. Hatta yağış yalnızca yılda bir kez olabilir. Kışın soğuk bir çöle düşen yağış kara dönüşebilir. Öyle ki soğuk göllerdeki yüksek dağların tepesi karla kaplanır. Sonuç olarak, çöllere de kar yağabilir.

AMAZONLAR KİMDİR?

Biraz dik başlı, aykırı bir kadın gördüğümüzde hemen ona "Amazon gibi kadın" yakıştırmasında bulunuruz. Anlamını, Amazonların aslında kim olduğunu tam olarak bilmesek de kuvvetli kadınların Amazon ruhu taşıdığını söyleriz. Peki, günlük hayatımızda hâlâ yaygın bir şekilde adları geçen Amazonlar kimlerdir, biliyor musunuz?

Amazonların nerede yaşadığı kesin olarak bilinmese de araştırmalar ve söylentiler Güney Batı Rusya, Kafkaslar ve Karadeniz'in güney doğu kıyılarını işaret eder. Aralarında hiç erkek bulunmayan bu kadınlar kendilerine ait bir devlet kurmuşlardı.

Amazonlar, erkeklerin varlığına yalnızca uşak olarak kullanmak ve çocuk elde etmek için izin verirlerdi. Erkek çocukları öldürür, kız çocukların sağ göğsünü de ok ve mızrak kullanmayı engellememesi için keserlerdi. (Zaten yunanca kökenli olan Amazon kelimesinin anlamı da göğüssüzdür ve bu geleneklerinden dolayı onlara bu isim verilmiştir.)

Mitolojiye göre erkekler kadar yiğitçe savaşan Amazonlar av tanrıçası Artemis dışında bütün Yunan tanrılarının düşmanıydılar. Mitolojide Amazonlar ve Yunan tanrıları sık sık karşı karşıya gelip savaşmışlardır. Gerçekte iki değişik dünya anlayışının çatışması olan bu savaşlarda Yunan tanrıları dünyayı uygarlaştırmak, siteler kurmak ve bunları geliştirmek isterlerken, Amazonlar site yaşamına karşı çıkıp vahşi dünyayı savunarak tanrılarla savaşmışlardır.

İNSANLAR YÜZERKEN DE TERLER Mİ?

Yaz aylarında en büyük problemlerimizden biri terlemektir. Havanın sıcaklığı vücut ısısında değişimlere neden olur ve bunun sonucunda gün içerisinde defalarca banyo yapmak zorunda kalabiliriz. Sadece yaz aylarında mı? Spor yaparken, hızlı yürüdüğümüzde ya da heyecanlandığımızda da terleriz. Peki, insan suyun içinde yüzerken de terler mi?

Ter bezleri olan tüm canlılar, vücut ısılarını düzenlemek ve belli bir sıcaklıkta tutmak için terlerler. Çevremiz çok ısındığında terlemeye başlar ve vücudumuzdan su buharlaştırırız. Çünkü buharlaşan bir madde çevresinden ısı alır ve sıcaklığın düşmesine sebep olur. Vücudumuzdan buharlaşan su, vücudumuzun ısı kaybetmesini ve sıcaklığının düşmesini sağlar.

Terlememiz için sadece bulunduğumuz ortamın sıcak olması gerekmez. Çok fazla hareket ettiğimizde de terleriz. Bunun sebebi de, kaslarımızın kasılması sırasında gerçekleşen tepkimelerin ısı açığa çıkarmasıdır. Kendi metabolik ısımız yüzünden de vücut sıcaklığımız artabilir. Bunun sonucunda da vücudun gereken sıcaklıkta kalması için yine terleme gerçekleşir. Peki, yüzerken terler miyiz? Yüzerken oldukça fazla hareket ettiğimizden kaslarımızda metabolik ısı açığa çıkar. Bu durumda terleyip terlemeyeceğimiz, yüzdüğümüz suyun sıcaklığına bağlı olabilir. Eğer su bizi serinletmeye yetecek soğukluktaysa terlemeyiz. Ancak çok sıcak bir günde, su yeteri kadar serin olsa bile, uzun ve yorucu bir yüzme esnasında terlememiz mümkündür. Böyle bir durumda suyla sürekli temas halinde olduğumuz için terlediğimizi fark etmeyebiliriz.

20. YÜZYILIN İLK İCADI NEDİR?

1900'den başlayarak tüm yüzyılın hızlı bir teknolojik gelişmeyle sarsıldığını hepimiz biliyoruz. Teknolojik buluşlar ardı arkası kesilmeden yapıldı ve dünyamızın şeklini değiştirdi. Hayatımızı kolaylaştıran ve renk katan bu buluşlar arasında neler yok ki? Televizyon, radyo, bilgisayar, süper jetler, savaş makineleri, vs. Tüm bu buluşlar bir yana, 20. yüzyılın ilk icadını kimin yaptığını biliyor musunuz? 1900 yılında Kont Ferdinand Von Zeppelin tarafından Zeplin icat edildi. Aynı yıl Charles Seeberger, Jesse Reno'ya ait olan yürüyen merdiveni yeniden tasarladı ve günümüzün modern yürüyen merdivenini icat etti.

BİYOLOJİK SAAT NEDİR?

Canlıların vücutlarındaki metabolik etkinlikler, günlük güneş ışığı miktarına ve güneş ışığının alınabilme saatlerine göre belirli bir döngüyü izliyor. Bazı bitkilerin çiçeklerinin açılıp kapanması, bazı hayvanların geceleri aktif hale geçmesi,uyku uyanıklık döngülerinin ayarlanması, buna verebileceğimiz en güzel örneklerdir. Özellikle hormon salgılarının böyle 24 saatlik ritimler halinde düzenlenmesi, "biyolojik saat" olarak adlandırılıyor. Herhangi bir nedenden ötürü bu döngüde düzensizlik yaşanması da, biyolojik saatin şaşırmasına neden oluyor.

Çok genel bir örnek vermek gerekirse; uzun mesafeler arasında yapılan uçak seyahatlerinde yaşanan "jet lag" olayı, biyolojik saatin şaşırmasından dolayı ortaya çıkan bir durumdur.Çünkü 24 saatlik zaman dilimi içinde belirli saatlerde en yüksek ya da en düşük seviyeye ulaşan hormonlar, varılan yeni zaman diliminde yanlış saatlerde seviye değişimi göstermiş oluyor. Yeni zaman dilimine alışıncaya kadar da, vücut bir anlamda sersemliyor.

BALIKLAR SU İÇER Mİ?

Akvaryumu olanlar bilirler; balıklar gün boyu akvaryumun içinde oradan oraya salınıp durular. Arada yemlerini attığınızda yerler ve salınımlarına devam ederler. Suyun içinde yaşadıkları için, aklımıza bir sorunun takılmasına sebep olurlar. Acaba balıklar hiç su içerler mi? Yaşamın kaynağı olan su, canlıların vücutlarında değişik oranlarda bulunur. Bu, tüm canlıların suyu fizyolojik olarak kullandığı anlamına gelir. Buna su içinde yaşayan canlılar da dâhildir. Dolayısıyla, bu sorunun cevabı: Evet balıklar su içer. O zaman akla hemen, devamlı su içinde olan balıkların suyu nasıl içtiği sorusu gelir.

Bilindiği gibi balıklar tatlı ve tuzlu sularda yaşayanlar olarak ikiye ayrılır. Tuzlu su yüksek konsantrasyonu olan bir ortamdır. Balık vücudu bu ortama göre daha az konsantredir. Bu durumda balık vücudundan dışarıya doğru bir su çıkışı olur. Tuzlu sularda yaşayan balıklar bunu dengelemek için devamlı su içmek zorundadırlar. İçtikleri tuzlu sudaki fazla elektrolitleri de solungaçlarından dışarı atarlar. Bu çok fazla enerji gerektiren bir işlem olduğundan tuzlu su balıkları elde ettikleri suyu daha iyi kullanmak için, böbreklerinden atılan su miktarını en aza indirir.

Tatlı sulardaysa bunun tam tersi bir durum oluşur. Tatlı su balıklarında vücut konsantrasyonu dışarıya göre daha düşük olur. Bu durumda dışarıdan içeriye fazla su girişi olur. Tatlı su balıkları da bu fazla suyu devamlı dışarı atmaya çalışırlar. Balık pullan vücuda deriden su girişini önlemede de rol alırlar. Bunların boşaltımları tuzlu su balıklarına oranla çok fazladır.

Bunun yanında bazı türler bu değişikliğe çok iyi uyum sağlamışlardır. Örneğin köpekbalıkları ve vatozların vücut konsantrasyonları deniz suyuna yakındır. Böylece suyu dışarı atmak için herhangi bir enerji harcamak zorunda kalmazlar. Bunun yanında yılanbalıkları ve ringalar, yaşamlarının bir bölümünde tatlı suya, bir bölümünde de tuzlu suya girerler. Bunların vücutlarındaki su dengesinin sağlanması da her iki durumda çalışabilecek biçimde özelleşmiştir.

GÜNEŞ'İN DE BİR ÖMRÜ VAR MIDIR?

Dünyamızda yaşamın devam etmesindeki en büyük nedendir güneş. Verdiği ısı ve ışık sayesinde organizmaların ihtiyaçlarını karşılar. Milyonlarca yıldır yaşam kaynağı olmaya devam eden güneş de diğer tüm cisimler gibi bir gün elbette yok olacak. Peki, önümüzde daha kaç yıl var güneşli günleri görebileceğimiz?

Güneş, G sınıfından sarı bir yıldız olarak tanımlanmaktadır. Bilim adamları, bu sınıftaki yıldızların ortalama ömürlerinin on milyar yıl olduğu tahmin ediyorlar. Yapılan hesaplamalara göre güneşin yaşı şu anda tahmini olarak 4,5 milyar yıldır. Bu hesaplamalara bakılırsa, bu durumda güneşin 5,5 milyar yılı kalmış oluyor.

Gökcisimlerini ve evreni düşünürken genelde kendi ömrümüze oranladığımız bir gerçektir. Oysa evrendeki cisimlerin oluşum yıllarından ve ömürlerinden bahsederken milyonlarca, milyarlarca yıldan bahsetmek gerekir. Evrenin ömrüne baktığımızda daha milyarlarca yıl güneşin doğuşunu göreceğimizi bilmek, yaşamın da daha uzun süre devam edeceği anlamına geliyor.

ERKEKLER Mİ DAHA AKILLIDIR, KADINLAR MI?

Kadınlarla erkekler arasında en sık geçen tartışmalardan biri de budur. Her iki taraf da kendi üstünlüğünü ispatlamak için kendi cinsinin daha akıllı olduğunu iddia eder. Peki, bilimsel olarak acaba hangisi doğrudur; erkekler mi yoksa kadınlar mı daha akıllıdır? Ne kadınlar erkeklerden ne de erkekler kadınlardan daha akıllıdır. Bütün insanların zekâları farklı farklıdır. Kimilerinin görsel, kimilerinin analitik, kimilerinin yapısal,vb. zekâları vardır. Kadınların genelde duygusal zekâları daha yüksektir. Erkeklerin ise pratiklik ve analitik zekâsı daha fazladır. Ama bu genellemedir ve istisnalar olabilmektedir.Zaten önemli olan zekâ değil, sahip olduğumuz zekâyı en etkili nasıl kullanacağımızı bilmektir.

11 Ekim 2011 Salı

RÜYALAR KAYDEDİLEBİLİR Mİ?

Hepimiz gördüğümüz rüyalardan etkileniriz. Kimi zaman etkisinde öyle kalırız ki birilerine anlatmak isteriz. Ancak hiçbir rüyamızı gördüğümüz gibi anlatmayı başaramayız. Böyle zamanlarda belki de, keşke rüyalarımızı kaydetme imkânımız olsaydı, diye düşünürüz. Acaba rüyaları kaydetmek mümkün müdür, hiç düşündünüz mü?

Dr. Kleitman, uykularını müşahede altında tuttuğu kimselerin rüyalarını EEG (elektroensefalogranik) ve EKG (elektro-kardiagramlarını) cihazlarla tespite başladı. Bu çalışmaların sonucunda; rüyanın varlığına delil olarak gösterdiği göz hareketlerine, heyecana bağlı kalp atışlarını da ilave etmiş oldu.

EEG'nin verdiği sonuç oldukça dikkat çekiciydi. Rüyanın başladığı andan itibaren, ağır bir ahenk içinde devam eden uyku halini gösteren çizgiler ritmik bir hal alıyor, uyanıklık halindeki şekilleriyle cihazın kâğıt şeridi üzerine kaydoluyordu.

Sekiz kişi üzerinde yapılan bu deneyler on gün devam etti. Her defasında elektronik cihazın kaydettiği eğri büğrü çizgiler dikkatle incelendi. Ve şu sonuca varıldı: Rüya, uykunun yüzde yirmilik bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu durumda; sekiz saat uyuyan bir insanın uykusunun ilk saati ağır ve rüyasız geçmektedir. Bundan sonraki on dakika içinde rüya görülmekte ve sonra yine bir buçuk saat sürecek ağır uyku devresi başlamaktadır. Sonra yirmi dakikalık bir rüya ve yine bir buçuk saatlik ağır uyku... Uykunun bundan sonraki kısmında ise otuz dakikalık bir rüya faslı daha vardır. Nihayet yine uyku ve onu da uyanma takip eder.

HAYVANLARDAN İNSANLARA KAN NAKLİ YAPILABİLİR Mİ?

Radyolarda en çok duyduğumuz anonslardan biri de "kan aranıyor" şeklindekilerdir. Kan grubunun adı söylenir ve acil olarak kana ihtiyaç olduğu belirtilir. Bununla birlikte son yıllarda yapay kan kavramını da duymayan yoktur. Bu kadar hayati olan bir sıvı yapay olarak da üretilmeye çalışılmaktadır. Peki, etrafta onca hayvan varken, acaba bu hayvanlardan ihtiyacı olan insanlara kan nakli yapılabilir mi?

Bu sorunun cevabı kesinlikle "hayır"dır. Çünkü insan ve hayvanların genetik yapıları farklıdır. Genetik yapılardaki bu farklılık sebebiyle, hayvandan insana kan nakli yapılması şiddetli immünolojik reaksiyonlara sebep olur. Ama yine de giderek gelişen teknoloji belki bu konuda da yakın zamanda bir çözüm üretebilir ve hayvanların genetik yapısını değiştirerek bu nakli mümkün kılabilir.

BİR İNSAN HİÇ UYUMADAN KAÇ SAAT DURABİLİR?

Uyku insanoğlunun en temel ihtiyaçlarından biridir. Az uyuduğumuz ya da hiç uyuyamadığımız günlerde kendimizi hayattan bezmiş gibi hissederiz. Kendimize gelmemiz için birkaç saatlik bir uykunun bile yeteceğini düşünürüz böyle zamanlarda. Az uyumanın bile dengemizi bozduğunu düşünürsek, acaba insan hiç uyumadan kaç saat yaşayabilir?
Bu sorunun deneysel olarak cevabı 264 saat, yani yaklaşık on bir gündür. Şaşırtıcı ama 1965 senesinde, Randy Gardner adında, on yedi yaşında bir lise öğrencisi, bir bilim fuarında bu dünya rekorunu elde etti.

Başka birçok araştırmada, normal bireylerin sekiz günden on güne kadar uyanık kaldığı, dikkatle yürütülen deneyler yapılmıştır. Bu bireylerden hiçbirinde ciddi tıbbi, sinirsel, fizyolojik ya da psikiyatrik problemler görülmemiştir. Bununla birlikte, deneye katılanların hepsinin de, uykusuzluk arttıkça, ilerleyen ve belirginleşen bir şekilde konsantrasyon sağlamada, motive olmada, algılamada ve diğer yüksek zihinsel süreçlerde zayıfladıkları gözlenmiştir. Buna rağmen, bütün denekler, bir-iki günlük uykudan sonra normal hallerine dönmüşlerdir.
Chicago Üniversitesi'nde, Allan Rechtschaffen'in uyku laboratuvarında farelerle yapılan deneylerde, iki hafta boyunca uyumamanın bu hayvanlarda ölümle sonuçlandığı görülmüştür. Uykuya dalıp dalmadıklarını anlamak için, bu sıçanların beyin dalgaları sürekli olarak kontrol edilmiştir. Hayvanlar her seferinde, uykuya dalar dalmaz uyandırılmıştır. Ölüm sebebi kesin olarak açıklanamamış fakat hipermetabolizmayla ilgili olabileceği öne sürülmüştür.

Çok nadir görülen Morvan sendromu gibi bazı hastalıklarda da hastanın aylarca hiç uyuyamadığına rastlanmıştır. Hastanın kendini uykulu ya da yorgun hissetmediği, fakat genellikle aynı zaman aralığında halüsinasyonlar gördüğü saptanmıştır.
Sonuç olarak uykusuzluktan ölen hiçbir insan rapor edilmiş değildir. Fakat uykunun ertelenebilse de hayatımızdan çıkaramayacağımız bir şey olduğu bir gerçektir.

NOEL VE YILBAŞI ARASINDA NE FARK VARDIR?

Noel (Noel Günü veya Noel Bayramı), Hristiyanlar tarafından Mesih olarak kabul edilen İsa'nın doğum gününün geleneksel olarak kutlandığı yıllık tatildir. Noel'de, İsa'nın doğum günü kutlamasıyla birlikte çeşitli adetler de yerine getirirlir. Antik çağlardan beri kutlana gelen Pagan ve Roma kış festivalleri olan Yule ve Saturnalia'daki uygulamalar Noel'in kökenini teşkil etmektedir.

Günümüzün Noel kutlamalarında genellikle, İsa'nın doğumunun canlandırıldığı oyunlar sahnelenir, Noel ağaçları süslenir, ışıklı ev, bahçe cadde süsülemeleri yapılır,hediyeler alınır, tebrik kartları verilir ve Noel baba'nın gelişi simgesel olarak canlandırılır. Yaygın Noel temaları; iyi niyet, sevecenlik ve ailenin birlikte zaman geçirmesi olarak sıralanabilir.

Noel, her yıl Hıristiyanlarca 25 Aralık'ta kutlanır. Kutlamalar 24 Aralık'ta Noel Arifesiyle başlamış olur ve bazı ülkelerde, 26 Aralık akşamına kadar devam eder. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde Noel tatili yeni yıl tatiliyle birleştirilir. Bazı Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jül Sezar takviminde 25 Aralık'a denk gelen 6 ocak'ı Noel olarak kutlarlar. İsa'nın gerçek doğum günüyle ilgili çeşitli rivayetler olsa da geleneksel olarak 25 Aralık Noel kutlanır.

Miladi takvim başlangıcı olan yılbaşı kutlamaları ile Noel kutlamaları tarihlerinin yakın olması sebebiyle sıkça karıştırırlır. Noel kutlamalarının temelinde yukarıda anlattığımız gibi İsa'nın doğumunu kutlama geleneği yatmaktadır. Yeni yıl kutlamalarının geçmişi ise eski romalıların 1 Ocak'ta yaptıkları yeni yıl kutlamalarına dayanmaktadır. 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece kutlanan yeni yıl ile Noel şenlikleri temelde birbirinden farklı olmakla birlikte, adet ve gelenekler açısından Hıristiyanlar arasında karışmış vaziyettedir.
Türkiye'de Noel kutlamaları Hıristiyan nüfusun çok az olması nedeniyle kamuoyunda hissedilmememektedir; ancak yeni yıl 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece büyük bir kitle tarafından kutlanmaktadır. Bu nedenle yeni yılın ilk günü, 1 Ocak, tüm Türkiye'de resmi tatildir.

http://www.kitapgalerisi.com/OD-BiR-YUNUS-ROMANI_128380.html#0